Son Av

Son Av

Kendimi bir kitapsever olarak nitelendirsem de özellikle son birkaç yılda gerek iş yoğunluğu gerekse başka meşguliyetlerden ötürü uzun zamandır düzenli kitap okuyabildiğim söylenemez.

Romanlarında araştırma derinliği, mantıksal kurguları, sürükleyiciliği gibi hünerlerini ustalıkla sergilemesi nedeniyle Jean-Christophe Grange kitaplarını severek okusam da bahanelerin çokluğu yüzünden uzun zamandır kütüphanede bekleyen Son Av romanını ancak bitirebildim.

Grange’in diğer eserlerini de okumuş biri olarak Son Av’ın bende öncekiler kadar iyi bir etki bırakmadığını, beklentilerimi çok da karşılamadığını söylesem yeridir. Belki bunda zaman içerisinde insanın yaşadığı değişimlerin, beklentilerdeki farklılıkların da etkisi vardır, bilemiyorum. Ama hayal kırıklığı düzeyinde olmasa da özellikle günümüzün popülizm koktuğu her halinde belli olguları sinsice öne çıkarmasını ve marjinal propagandizmin manşeti düzeyindeki konularda ucuz mesajlar vermeye çalışmasını yersiz ve hatta art niyetli buldum.

Gelişmekle popülizme ayak uydurmak (hatta çanak tutup bundan beslenmek) arasında farkların olduğuna, olması gerektiğine inanan biri olarak bu kıstası hayatımızın her aşamasında karşılaştığımız durumlar ve olaylar için uygulayabilmeliyiz. Bunun sonucu olarak sorgulama yeteneklerimiz gelişecek, bu sayede doğru veya yanlış olarak sınıflandırmakta zorlanacağımız griliklerin de hangi tarafa yakın olduğunun kararını tereddüde düşmeden verebileceğiz düşüncesindeyim.

Ve şiir de insana yenildi!

Ve şiir de insana yenildi!

Birkaç yıl öncesine kadar İstanbul’un muhtelif yerlerinde yapılan şiir toplantılarına katılırdım. İştirak edenlerden şair olanlar şiirlerini okur, dinleyici olarak gelen edebiyat gönüllüleri de dinlerdi.

Zamanla olay boyut değiştirmeye başladı. Şiir toplantılarının neden yapıldığından çok kimin, nasıl yaptığı ön plana çıkmaya başlayınca (ki bunun nedeni organizatör konumundaki insanların diğer şairlerle olan kişisel sorunlarıydı) camia, arasına kurt dalmış koyun sürüsü gibi yerle bir oldu.

Önceleri haftada iki gün, toplam iki toplantı yapılırdı. Şimdi de yine haftada iki gün (olağanüstü toplantılar hariç) yapılıyor, lakin iki tane değil. Ben diyeyim on iki tane, siz deyin yirmi iki tane. Tabiatın doğası gereği katılım azaldı. İyi niyetle ve sadece edebiyat adına, şiir adına bir şeyler yapmak niyetinde olan insanlar toplantılara katılmamaya başladı. Katılımcılar ise hangi organizatörü kendine yakın görüyorsa onun toplantısına katıldı. Sonuçta vaziyet-i coğrafya pek de güzel ve güneşli günlere gebe görünmüyor. Son durum nedir, hiçbir fikrim yok.

Zümrenin içinden kendini uyanık sanan bir kısım da aynı gün, birkaç saat farkla yapılan toplantıların birkaçına katılarak durumdan kendisine paye çıkardı. Ve bu işi de maalesef pek de hoş olmayan bir tarzda yaptı. “Acele işim var, şiirimi okuyup gideceğim” kabilinden uyanık mazereti ile toplantının başında görevini ifa edip (!) bir diğer toplantıda aynı rolü oynamak niyetiyle yola koyuldu.

Organizatörlerin prensip sahibi olmayan ve/veya katılımcısını kaybetmek istemeyenlerinin de bilerek göz yumduğu bu çirkin durum maalesef birçok iyi niyetli katılımcının hoşuna gitmedi. Velhasıl varissiz, yönetimsiz, veliahtsız kalan günümüz edebiyat (özellikle de şiir) camiasının durumu pek de hayra alamet değil.

Hasılı; düzenlenen yarışmalar (çok şükür hiçbirine katılmadım) ve kurulan dernekler, maalesef şiir camiasını, körlerle sağırların birbirini ağırladığı ve tanıdık dedikodularının yapıldığı ortamlara dönüşmekten kurtaramamış görünüyor.

Mücadele

Hayatın, kainatın var oluşunun temel unsurudur insan. Kainatta var olan her şey insana endekslenmiştir. İnsan, merkezidir evrende var olanların. Bu da demek oluyor ki hayatı güzelleştirmek de, kendimize veya insanlara zehretmek de bizim elimizde. Belki fert olarak değil ama toplum olarak elimizde.

Hayat bir muammadır. İnsan da bu muammanın içinde birçok şeyin mücadelesini veren belki bir karınca, belki bir dev. Ama şu bir gerçek ki bu bilinmezler yumağının içinden çıkmak, sıyrılabilmek için devamlı bir şeylerin savaşıyla meşgul. Bu savaş oyununda galip gelmekle mücadelenin bitmediği gibi mağlûp olmakla da bitmiyor. Necip Fazıl bir beytinde şöyle diyor:

Hangi dağa tırmansam muradım ötesinde,
Murad bugün yerine her günün ertesinde.

İnsan ulaşmak istediği şeyi elde ettiğinde, aslında onun uğrunda bu kadar mücadele ettiği şey olmadığını anlıyor ve başka bir cihete yöneliyor, tekrar başka bir yola koyuluyor.

Bu zincirleme olay ölüme kadar bu şekilde devam ediyor. Hayalindekilerin tamamını gerçekleştiren bir insana rastlayamazsınız çevrenizde. Çünkü hiçbir insanın hayali ve hayal gücü sınırlı değildir. Yine Necip Fazıl bu ruh halini şöyle açıklıyor:

Ölecek miyim tam da söyleyecek çağımda,
Söylenmemiş cümlenin hasreti dudağımda?

İnsan ömrü bin yıl olsaydı yine hayallerini gerçekleştirmeye yetmezdi. Firavun bile o kadar yaşadığı halde, doyumsuz arzularının, hırsının peşinde koşarken can vermedi mi?

Savaş oyununun finalinde görülebilecek ikinci ihtimal de mağlubiyettir ki; bu da insanı bir yol ayrımına getirir. Yenilginin sonucunda insanın önüne çıkan iki seçenekten biri; büsbütün hayata küsüp, toplumdan insanlardan ve sosyal yaşamdan insanın kendini soyutlamasıdır. Diğeri ise; “Her yenilgi bir zaferin anahtarıdır” diyerek, yenile yenile yenmenin öğrenileceği felsefesine inanarak daha hırslı, daha azimli ve daha akılcı bir mücadeleye başlamaktır. Daha önceki tecrübelerden ve deneyimlerden yararlanarak bir sonraki sahnede aynı hataları yapmamak, en azından hataları asgariye indirerek yola devam etmektir.

Yenilmek, aldanmak ve kaybetmek hiçbir zaman ayıp değildir. Ayıp olan aynı hataları tekrarlamaktır. Şu söz bu durumu en güzel şekilde anlatıyor olsa gerek:

Bir kere aldatılırsam aldatana, iki kere aldatılırsam bana yazıklar olsun!

Dün niçin vardır? Tabi ki yarın, dün yaptığımız hataları tekrar yapmamamız için ibret alınsın diye vardır. Aradıklarını dünde bulamayan insan mutlaka umudunu yarına bağlayacaktır. Yalnız yarından da çok şey beklemek yanlıştır. Çünkü bugün dünün yarınıdır ve dünkü beklentilerimiz bugün gerçekleşmediyse; bugünkü beklentilerimiz de yarın gerçekleşmeyebilir. Böyle bir durumda ruhen bir çöküntü içinde olan insan daha büyük ve derin uçurumlara sürüklenebilir. Nitekim Nazım Hikmet, ‘Yol Türküsü’ şiirinde şöyle diyor:

Sabah buradaysak akşam ordayız,
Günlerin peşinde bir hovardayız,
Bazı mısra gibi dudaklardayız,
Bazı ‘Kimsin’ diye soran bulunmaz.

Hiç kimse kendisi hakkında güzel şeyler söyleyen insana veya insanlara kem gözle bakmaz. Bilakis o insana karşı bir sempati duymaya başlar. Her insan güzel sözlerden, övülmekten hoşlanır. Mısra gibi dilden dile dolaşmak her insanın hayalidir. Yalnız bu ve buna benzer hayalleri kurarken biraz gerçekçi olmak ve düştüğümüz zaman yanımızda kimsenin olmayacağı ihtimalini de göze almak gerekir ki; bu tür bir olay başımıza geldiği zaman çabuk yıkılmayalım…

Ahenk - Eylül 1999