İnsan kalbi, bir kuyumcu hassasiyetiyle; ışıkla gölgeyi, beyazla siyahı, gündüzle geceyi birbirinden ayırt etme yeteneğiyle açılır dünyaya. Ancak bazen ya gözlerimizdeki kamaşma ya da ruhumuzdaki yorgunluk, gerçeğin hakikatlerini görmemizi engeller.
Bir kum saatinin tanecikleri gibi akıp giden hayatın akışında elimizde tuttuklarımıza, içimizde hissettiklerimize derin anlamlar yükleriz. İçimizdeki boşluklar dolsun, ruhumuzun karanlık yanları aydınlansın isteriz bu yolla.
Oysa değersiz olanı, içimizdeki bir boşluğu doldurma umuduyla taçlandırdığımızda o şeyden beklentimizin ağırlığı biner omuzlarımıza. Yeni ufuklara kapılar açma umudu, zamanla umutsuzluğun aşılmaz surlarına çarpar, hayal kırıklıklarının uçurumlarına düşer.
Yaşadığımız hayal kırıklıkları, sadece bir şeyler kaybetmiş olmanın hüznü değildir. Daha derin ve daha acı verici bir yüzleşmenin soğuk rüzgarlarıyla vurur yüzümüze; bizi, kendi muhakeme hatalarımızla yüzleştirir.
İşte o an anlarız verdiğimiz kararların ne kadar yanlış olduğu acı gerçeğini. Değersiz şeylere adanmış zamanların, kıymetsiz hislere feda edilmiş duygu sermayesinin ve yok yere tüketilmiş umutların geri döndürülemez olduğunu görmenin çaresizliğidir bu gerçek.
“Değersiz şeylere değer vermenin neticesi hayal kırıklığıdır.” dersini en acı şekilde öğrendiğimizde kalbimizin sahte ışıltılara, yapay güzelliklere karşı bağışıklığını da tescillemiş oluruz.
Kim bilir; belki de böylece gerçekte değerli olana, kıymet görmesi gerekene vurduğumuz ihmaller zincirini kırıp kurtuluruz prangalarımızdan.
Kendimiz için yaşamadığımızda başkaları için de yaşayamayacağımız, başkaları için yaşadığımızda aslında yaşamanın bir anlamının olmayacağı gerçeğini fark ederiz.

