Hayal kırıklıkları

Hayal kırıklıkları

İnsan kalbi, bir kuyumcu hassasiyetiyle; ışıkla gölgeyi, beyazla siyahı, gündüzle geceyi birbirinden ayırt etme yeteneğiyle açılır dünyaya. Ancak bazen ya gözlerimizdeki kamaşma ya da ruhumuzdaki yorgunluk, gerçeğin hakikatlerini görmemizi engeller.

Bir kum saatinin tanecikleri gibi akıp giden hayatın akışında elimizde tuttuklarımıza, içimizde hissettiklerimize derin anlamlar yükleriz. İçimizdeki boşluklar dolsun, ruhumuzun karanlık yanları aydınlansın isteriz bu yolla.

Oysa değersiz olanı, içimizdeki bir boşluğu doldurma umuduyla taçlandırdığımızda o şeyden beklentimizin ağırlığı biner omuzlarımıza. Yeni ufuklara kapılar açma umudu, zamanla umutsuzluğun aşılmaz surlarına çarpar, hayal kırıklıklarının uçurumlarına düşer.

Yaşadığımız hayal kırıklıkları, sadece bir şeyler kaybetmiş olmanın hüznü değildir. Daha derin ve daha acı verici bir yüzleşmenin soğuk rüzgarlarıyla vurur yüzümüze; bizi, kendi muhakeme hatalarımızla yüzleştirir.

İşte o an anlarız verdiğimiz kararların ne kadar yanlış olduğu acı gerçeğini. Değersiz şeylere adanmış zamanların, kıymetsiz hislere feda edilmiş duygu sermayesinin ve yok yere tüketilmiş umutların geri döndürülemez olduğunu görmenin çaresizliğidir bu gerçek.

“Değersiz şeylere değer vermenin neticesi hayal kırıklığıdır.” dersini en acı şekilde öğrendiğimizde kalbimizin sahte ışıltılara, yapay güzelliklere karşı bağışıklığını da tescillemiş oluruz.

Kim bilir; belki de böylece gerçekte değerli olana, kıymet görmesi gerekene vurduğumuz ihmaller zincirini kırıp kurtuluruz prangalarımızdan.

Kendimiz için yaşamadığımızda başkaları için de yaşayamayacağımız, başkaları için yaşadığımızda aslında yaşamanın bir anlamının olmayacağı gerçeğini fark ederiz.

Günbatımları

Günbatımları

Güneş, ufkun kıyısına yaslanmış bir yolcu gibi ağır ağır çekilirken gerilere; gökyüzü, ayrılığın sancısıyla kıvranan sitemkâr bir tabloya dönüşür günbatımlarında.

Göğün kızıllığı, yanık bir gülün yaprakları gibi dağılır yeryüzünün her bir köşesine.

Turuncular, vedanın acısını gizleyemeyen bir tebessüm gibi titrer bir şairin ruhunun derinliklerinde.

Her ışık huzmesi, sessiz bir veda mektubu bırakır düşerken toprağa “Birazdan yalnızlığın karanlıklarıyla baş başa kalacaksın!” diye fısıldar sanki hicranın kulağına.

İşte o anlarda, en çok kendi yalnızlığını işitir kırık ve matemli kalpler.

Rüzgâr, bir sevgilinin son dokunuşu kadar ürkek ve ince eser akşamın soğuk ürpertisiyle birlikte.

Sessizce yuvalarına çekilen kuşların kanatlarında bile hüznü gizlidir dönmeyecek sevgililerin.

Güneş, her batışında insanın ruhuna hatırlatır;
her kavuşmanın bir ayrılığa gebe olduğunu,
her yazın bir gün gelip zemheriyle tanışacağını,
ve her aydınlığın bir gün mutlaka karanlıkla sınanacağını.

Fotoğraf: Tercan Keskin. Tuzla, İstanbul. 14.09.2016

Dilemma

Doğruların düşmanıdır bazen duygular. Öyle anlar gelir ki, kalbimizin derinliklerinden yükselen bir his, gözümüzün önündeki apaçık gerçeği perdelemeye tevessül eder.

Aşkın sarhoşluğuyla, dostluğun sıcaklığıyla ya da umudun karşı konulamaz aleviyle, gerçeklerin belki nahoş belki de acımasız yüzüne dönmek isteriz sırtımızı. Oysa her kaçış, her göz ardı ediş ileride daha büyük hayal kırıklıklarının tohumlarını eker umutlarla ayakta durmaya çalışan sinelerimize.

Birbirine düşman bu iki olgu arasında kaldığımızda fırtınalar kopar bedenimizin en derinlerinde. Bir yanda ruhumuzun en nazik tellerini titreten hislerin çağrısı, diğer yanda ise mantığın keskin, soğuk ve sevimsiz sâdâsı. Kalbimiz tanıdık bir limana sığınmak isterken, aklımız bizi uçsuz-bucaksız denizlerine en meçhullerine sürüklemek ister.

Bu çatışma, varoluşun en çetin imtihanlarından biridir. Ancak insan olabilmenin sırrı, işte bu noktada gizlenir. Cesaret, sadece fiziksel tehlikeler karşısında değil aynı zamanda ruhumuzun derinliklerindeki savaşlarda yaptığımız tercihlerle de gösterir kendini.

Çoğu kimse duygularımızın pusulamız olmasını öğütler. Her pusula her zaman gitmemiz gereken yönü işaret etmez halbuki. Mamafih, istikametimizi tayin edecek yegâne şey doğrulardır.

Gelip geçici heveslerin, anlık hazların ya da sahte tesellilerin peşinden gitmek, eninde sonunda bizi ıssız çöllerin çorak topraklarına, verimsiz kıtaların düşman sahillerine sürükler.

Bu yüzden her ne pahasına olursa olsun tercihe mecbur kaldığımız dilemmalarda mahcubiyete gidecek heveslerin yerine mağrûriyete yol alacak gerçeklerden yana taraf olmalıyız. Bu; bazen sevdiklerimizi kırmak, bazen hayallerimizden vazgeçmek, bazen de acı bir gerçeği kabul etmek anlamına gelse de özgürlüğün ve dinginliğin yoludur, huzurun şifresidir.

Unutmamalıyız ki hakikat, ne kadar yakıcı olursa olsun daima en güvenli limandır.